Kadının
erkek karşısındaki ezilmişliğini yok etmek amacıyla kendisini kanıtlama
ve “öteki” olarak değerlendirilmekten uzaklaşma girişimleri, gücü ele
geçiren erkek tarafından her zaman engellenmiştir. Ancak sorunun
“öteki” olmaktan çok, “kendisi” gibi olamamaktan kaynaklandığı bilmeyen
kadın, doğuşundan itibaren öğretilenleri doğru kabul edip çocuklarına
da “ezilmişliği öğretmeye devam” etmiştir.
Öğrenilen bu
çaresizlik, kadını, erkeğin egemen kurallarına uymaktan başka yolu
olmadığına inandırmış ve kadın olmaya çalışan hemcinslerini de zor
durumda bırakmıştır. Kendi dogmalarını doğru ve boyun eğmenin
zorunluluğu ile şiddeti kabul eden kadın, her hangi bir işi yanlış
yaptığında,( yemeğin tuzunu fazla koymak, perdeyi açık bırakmak, vb.)
erkeğin kendisine şiddet uygulamasını doğal bir eylem olarak kabul
ediyor. Bu durum, yapılan haksızlığın köle/efendi ilişkisinden
kaynaklandığını anlamasına kadar geçecek bir ezilme sürecini de
birlikte getiriyor. İletişim araçlarının hız kazanması ile ezilmeyi ve
ezilmenin kendisinde yarattığı psikolojik sıkıntıları eyleme dönüştürme
süreci başlıyor ve başkaldıran kadının kendisini özgürleştirmesinden
söz edilme aşamasına geliniyor. Üstelik bu aşamada bir kadın için
başkaldırmanın kötü, yalnız yaşamanın ne kadar zor olduğu, dul olmanın
başka erkekleri nasıl bir beklenti içine soktuğunu anlatan kadınlar,
erkeğin idare edilebilir bir cins olarak kabul edilmesi gerektiği
konusunda bir ağızdan ve koro halinde konuşmaya başlıyorlar. Buradan
hareket ederek, erkeğin bazı şiddet girişimleri ile isteklerine boyun
eğmenin evlilik denilen kutsal kurumu kurtarabileceğini, bunun da
düzenin sağlanması açısından iyi olacağını öğütlemeye devam ediyorlar.
Kendi
cinsinin bu yaklaşımı, kadının ayrıca mücadele etmesi gereken bir başka
tutucu güçle yüzleşmesini sağlıyor. Öteki kadınlar kendi kabullerini
başkalarının da kabul etmesini sağlayarak, görünüşte sorunlara çözüm
getirmeye çalışmakta, gerçekte ise bağımsız ve güçlü bir kadının
erkeklerini ellerinden alma olasılığını ortadan kaldırmayı
düşünmektedirler. Bu rekabet duygusu aslında hiçbir zaman itiraf
edilmese de içgüdülerimizin doğal bir sonucu olarak yaşamımızdaki
yerini almış bulunmaktadır.
Öte yandan köle sisteminin getirdiği
düzen, kadının kendisini güvende hissetmesini sağlama açısından
sıkıntısız bir ortamı da ifade ettiğinden, bağımsız ve özgür olmakla
bağımlı ve rahat olma arasında bir seçim yapma zorunluluğunu da
getirmektedir. Ancak yaşamın zorluklarını göğüslemek, erkeklerin cinsel
tacizlerine karşı koymak yerine evde oturup rahat bir ortamda çalışmak,
cazibesini korumaya devam etmektedir.
Ancak adaletin tek yanlı
gelişmeyeceği düşüncesinden yola çıkıldığında, erkeklerin kadınları
kollama ve koruma görevinin bitmeye başlamasını da düşünmek gerekiyor.
Her ne olursa olsun kadını sokağa bırakmamak ve “kötü yola” düşmesini
engellemek için çalışmak zorunda olduğunu düşünen erkek, köle/efendi
ilişkisindeki dengenin bozulması karşısında, kendisi ile aynı düzeye
gelmeye çalıştığını gördüğü kadına yine rekabet içgüdüsüyle daha az
para ve ödün vermeye başlayacaktır. Bu durum kadının aleyhine gibi
görünmekle birlikte, erkeğin kadını köleleştirmekten vazgeçmesinin ilk
adımı olarak da nitelendirilebilir.
Sonuçta kadın bilinçlenme
sürecinde ve kendisini bulma yolunda henüz emekleme aşamasında olduğunu
bilerek gelecek kuşakları daha bilinçli yetiştirmeye, insanlar
arasındaki adaletsizliği ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Bize düşen
görev, sorgulanmayan ve değişmez olduğu söylenen bilgilere kuşkuyla
yaklaşmak, insanlaşma sürecini hızlandırmak olacaktır.
Kadınların “iyi ki kadınım” diyecekleri günlerin yakın olması dileğiyle…